beni hatırla beni hatırla beni hatırla geceleri bir uçurumdan düşer gibi sarsılırdım üstünde beni hatırla
“başıboş dolanan herkes kaybolmuş değildir”
tanrıdan vazgeçtim.ölmekten vazgeçtim.çünkü ölürsem ve yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti.ölmek istemiyorum çünkü tanrıyı da öldürürüm diye korkuyorum.ve böyle bir vefata benden başka kimse dayanamaz.
başlıyoruz.
mütemadiyen dolu bir kafayla, taştan değil ama ağır bir yürekle, gündelik sıkıntıların fizyolojik yansımalarıyla, sana hissettirmediğim ve aslında şikayetçi de olunmayacak bir ton tantana ile yine de seni arıyorum yıllardır. sen bilmezsin ama ben birçok şeyi yonttum, yine sana uydurdum bu aptal kafamla. tüm o aşk mektupları, yirminci yüzyıl icadı elektronik postalar, adını bilmediğim adımı sayıklayanlar tüm sevgiler sana olan sevgimi bütün etti, kırpıp attım fazlalıkları. tüm insan kalabalığını. bulduğumda inkarla, kaybettiğimde yüz yıllık kayıptan doğan ümitsiz birkaç sözle, yine de seni anıyorum. hayatımın hep aynı döneminde, hiç utanmadan yüzümü kızartmadan, yıllardır.
ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken ellerini öperken
nasıl başlayacağımı bilmiyorum ve nasıl başlayacağımı bilmeyeceğimden emindim.
iki elimi suratıma koydum birkaç saniye önce ve neyden bahsetmek istediğimi bilmediğimi fark ettim. içimde çok yüksek bir yerden aşağıya düşerken mesela o lunapark aletlerindeki, göbeğimi gıdıklayan o his var. içimde bir delik var ama buna delik demem için şeklini bilmem gerekiyor. bir şekil göremiyorum ve bir şekil oluşturamıyorum da. sadece ona karşı odağı sürdürdüğümde başımın döndüğünü, gıdıklanma hissettiğimi, bir süre sonra huzursuzlandığımı ve artık bakmak istemediğimi duyumsuyorum. böylece ondan uzaklaşıyorum. günlük döngüler.
bu sabah böyle uyandım. günlerdir düşündüğüm vedanın başlangıcı bu olacakmış. hatırlayamadığım bir rüyanın beni yoran hissiyle yataktan kalktım. derse gittim, günlük döngü. kendime bu hissi yaşamak için izin vermedim çünkü sınırlarım olmalı. halletmem gereken şeyler vardı. şimdi laptobun başındayım. odada tekim. hiçbir edebi kaygı gütmeden yazıyorum. arada telefonuma mesaj geliyor; hayatımda olan ya da olmaya çalışan kişiler.. dikkatim dağılıyor. toparlamak için su içiyorum. banyodaki lamba çok ses çıkarıyor onu kapatıyorum.
ne zaman senden bahsetmeye başlayacağım? bir müzik açıyorum: glasvegas, fuck you it’s over. şarkının malum anlamını dışarıda tutuyorum.
daha önce bu konulardan kaç kere bahsettim.. ağlamaya başlayacağım. bilmiyorum sen daha mı iyi bilirsin senin hakkında neler yazdım? hatırlıyor musun. en başa mı gidelim?
dahil olmamın sebebinin şu anki konumu ve durumu çok da ilgilendirmeyeceği bir siteye kaydolduğum yılın ikinci yarısında, yine hangi sebeple olduğunu bilmediğim bir linke tıklamamla seninle tanıştım. cümleleri nasıl kuruyorum kim bilir. bir şeylerden konuşuyorduk. herhangi bir konuyu öyle yüzeysel tırtıklıyorduk ya da senden bahsediyorduk. sen kendinden bahsedilmesini de seversin. uzun bir günün akşamıydı. çok yorgun olduğumu hatırlıyorum. sana hayıflandığımı ve seni tanımıyor olmanın tüm dünyanın sorumluluğundan kaçmak var ya, kendini mesela bir koltuğa öylece atmanın rahatlığıyla eş değer olduğunu düşünüyorum. sadece düşünmüyor, aynı zamanda öyle hissediyorum. sen o gece konuştuğumuz şeyleri upuzun bir yazıya döküyorsun. gülümsüyorum şu an. ben onu hayatımın belli zamanlarında açıp okumayı öyle çok seviyorum ki. senin kendini en sevdiğin, en kendinden emin olduğun zamanlardı. herkesi iyi edecek gücün, tüm kelimeleri yan yana öylesine bile dizsen insanın içinden bir şeye ‘’kalk’’ diye bağıracak cesaretin vardı. yaranmak için hiçbir şeye ihtiyaç duymadığın şu dünyanın sana borcu şimdi bu olsun.
ağlıyorum. gülümsüyorum, göz yaşlarımı siliyorum. kendimi tanıyor olmanın kıyısından bile geçememişim oysa çoktan kendimi uçsuz bucaksız o eminlik denizinde kulaç atıyor gibi hissediyordum. çok cesurdum. seninle görüştüğümüzde ve senin bugün bile ‘’neden limonata içtin ki sen o gün?’’ diye şaşırdığın buluşmamızda, hayatımda o an öngöremediğim, hiç öngöremeyeceğim, ve şimdi ‘’gerçekleşmiş’’ olmasına rağmen beni hayrete düşüren etkinin farkındaydım. sadece nasıl gerçekleşeceğini bilmiyordum. meğer böyleymiş artık biliyorum. biliyor olmanın ızdırabı ikiye katladığını söylemiş miydim? en az yüz kez biliyorum. yalan. biliyor olmak şimdi benim içime yetmiş yediye katladı. sen, nasıl?
senin hayatının ihtimallerinin bir şekilde benim hayatımın süregelen yorgunluğu ve yoğunluğuyla kesiştiği zamanlar bambaşka insanların hikayelerinde belli rolleri oynuyor oluyordum. sana güç ve vakit ayırıyorken hayıflandığım her saniye için kendimden özür dilerim. sana vakit ayırmanın büyüsünü hiç unutamıyorum. herkesin başına geldiğinde öylece savuşturabileceği ama senin eline, koluna takılan tüm sorunlarını devlet meselesiymiş gibi dinledim. devlet meselesinden çıkardım dünya meselesine çevirdim. senin yükünü hafifletmek için sırtlandığım tüm dünyevi dertlerin insan olduğumu hatırlatıyordu bana. insan olduğumu hatırlatıyordun bana. şimdi unuttum. sen nasıl.
neredeyse tüm hayatının, bana anlattığın ve anlatabilecek olduğun çoğu şeyin yalan olduğunu itiraf ettiğin gün ne hissettiğimi hatırlamıyorum. işte bu öylesineydi, işte bu hiçbir şeydi. hayatında dahil olduğum ya da bir şekilde içlendiğim, ne kadar kötüymüş bunu yaşaman bu yüzden kızıyorum dünyaya dediğim ve beni iç sıkıntısıyla uyutan yalanların senin dışında, seni benim kalbim için hiçbir seviyeye taşımayan ve böylece asla indiremeyecek öylesine şeylermiş. seni bu yüzden affetmiyorum çünkü zaten sana hiç kızmadım ve darılmadım da. ağlıyorum. gözlerimi siliyorum. tüm yaşamını yalanlasan da yine aynı hırsla ve dinginlikle. sen tüm zıtlıkları bir ettin çünkü benim iki ucumu da birbirine yapıştırdın. şu an olduğum insan için teşekkür ederim.
bir şeylerle baş ettiğimiz zamanlar işte hayatın herkese sıra sıra tekmeler savurduğu, kuralsız bir ringteymişiz hiçbir şeyden haberimiz yokmuş tekniklerden bi habermişiz ama dayak yiyormuşuz zamanlarındayken biz, bir defter tutmaya başlamıştım. içine iyi ya da kötü, üzücü çirkin sıradan çok abartılmış ama anlatılabilmiş hisleri yazıyordum, cümleler oluyordu. hiçbiri bana ait değildi, bana ait olmamalarını seviyordum. çünkü insan ne çok ve hiçbir zaman kendine. sana o cümlelerden birini okuyayım mı diyordum, çok seviniyordun. birden umutlanıyordun gözün parıldırıyordu ben çok uzaktan gördüm bunu. senin gözünün parıltısı benim kalbimde şimşekleniyordu. seni öylesine sinirlendiriyordu bir şey ben kalbimi tutarak uyanıyordum. sana bir şey olursa korkusuyla gezdiğim günlerdi çok büyük bir savaş veriyorduk kendi hayatlarımıza ve birbirimizin hayatına karşı. aşık olmuştun ve aşık olmanın tadını sevmiyordun çünkü tarif edemiyorsun. ama nasıl olur nasıl anlatamazsın. öyle olurdu canımın içi işte, öyle anlatamazdın. hiçbir şeye benzemezdi. nereden mi biliyorum? e bir zahmet.
keşke bunları anlatabilmenin başka yolu olsaydı, az önce bunu düşündüm. bir dildeki en çok kaç kelimeyle ve bu kelimeleri yan yana dizerek seni anlatabilirim ki? mesela püskül. püskülü cümle içinde hiç kullanmamıştım. sen şimdi bu yazının püskülüymüşsün.
benim hayatımın gereğiydi üretmek ve yazıyor olmak bunu sana bağlamayacağım. malum harfler, sonu olmayan hisler, abartılan kendilik ve diğer tüm şeyler beni bütün etti. ben bununla doydum ama bu sofradan senin tadını hatırlayarak kalkacağımı nereden bilecektim ki? senin için yazdığım şeyler benim kendimle başa çıkabilme serüvenimde bana ön ayak oldu. senin kıymetin hep bu değil miydi zaten? doğru zaman diliminde, doğru yerde doğru cümleyle olmak. o cümleyi benden daha iyi biliyorsun.
benim senden çok daha büyük derdim tasam varmış ben bunu yeni anlıyorum. seni hafife almıyorum ben kaç gece ağlayarak elim kalbimde uyandım ama şimdi kalbim yere düşmesin diye yavaşça, telaşsız yürümek de varmış. ne tarafa baksam tutarsızlık, sınandığım bir hayatın gediğindeyim. konuşamıyorum. bağırarak ağlayasım geliyor. canımın içi sen bir kenara ama benim gerçekten senin acına teşekkür edecek, senden çok daha büyük ve tarifsiz bir yaram da varmış.
gözümü kısıyorum uzağa bakıyorum sana sarılmış olmanın sahnesi geliyor. çok büyük bir yükün, geçmiş olsunluk bir sorumluluğun, dünyevi bir meselenin, büyük çaplı bir kalp ağrısının sonunda nereye baksan beni görmek istediğin o an geliyor. bunu hissettiğim için öyle berrak ki içim öyle telaşsızım ki, bir damla yaş akıtmıyorum kucağımdaki ele, önümdeki masaya, dudak payımdaki fincana; bana gözlerin dolu dolu baktığın o akşama gidiyorum, içimin ufku ciğerime dolan oksijenle genişliyor. daha uzağın artık varış noktasının, daha yakına geldiği yerde oluveriyorum. gittiğin, vardığın, varamadığın yollar nasıl? durduğun duraklar nasıl, ben o kelime değildim ya, öyle demiştin. ben o cümle de değilmişim, ele alınan mektupta okunan hiçbir sözde akla gelen de olmamışım. ben şimdi ucundayım, bitimindeyim, başlangıcın sonundayım. seni bir kere tanımış oldum ve bunun beni seni hiç tanımamış olmaktan daha kötü ettiği o yerdeyim.
evimdeyim, mutfakta. aspiratörün o loş, sarı ışığını açıp oturdum yine. biliyor musun ben o mutfaktaki aspiratör ışığını çok seviyorum anne bana çocukluğumu anımsatıyor hatta o sarı aspiratör ışığının kokusu bile var benim için hamsi tava kokuyor mesela, kızartma kokuyor, anason kokuyor, buram buram rakı kokuyor, müzeyyen senar kokuyor, babaanne evi, babaanne mutfağı kokuyor hepsini o kadar iyi anımsıyorum ki anne, daha dün yaşamış gibi, kokusunu bile alıyorum hala, burnumda tütüyor anne, burnumda tütüyor
sadece sana, benim uyuduğumu sanıp yüzümü okşamaya başladığın, beni hafifçe öptüğün, suratımı izlediğin, gözlerinin dolup ağladığın her saniye, dünyadaki en kıymetli saniyeler benim için, keşke zamanı orada durdurabilsem.
onu üzmemem gerek çünkü o beni seviyor. onu üzmemem gerek çünkü o beni düşünüyor. onu üzmemem gerek çünkü o bana değer veriyor.
onu delicesine severken, dertlerimle sıkmamam gerek. içimde yaşadıklarımı içime atmaya devam etmem gerek. onu yormamalıyım, bunu hak etmiyor. onu dinlemeliyim, onun derdine derman bulmalıyım. onu sarmalıyım, üzülmemesini sağlamalıyım.
beni her zaman çokça seven birisini içimde yaşadıklarımla üzmemeliyim. yansıtmamalıyım, anlatmaya çalışmamalıyım. yalnızca… yalnızca bu şekilde devam etmeli işte. ben görmezden gelmeliyim, görmezden gelinmeliyim. bazenleri cidden onu üzmekten başka bir şey yapmıyormuşum gibi hissediyorum. çabalamaya çalışırken, onu yıpratıyorum.
üzücü. üzücü çünkü kendim de yıpranıyorum. yıpratırken, yıprattığımdan daha çok yıpranıyorum.
yatağımda öylece uzanırken yoruluyorum, çünkü boğuluyorum.
önümdeki kağıtlara bakarken kalemi tutamıyorum çünkü kolumu kaldırmaya bile gücüm olmuyor.
ben yavaş yavaş pes ediyorum. neye pes ettiğimi bilmiyorum, neyi bıraktığımı bilmiyorum.
yalnızca bir sıkıntı var ve çözemiyorum. hiçbir zaman da çözemeyeceğimi biliyorum. gariptir ki, çözemeyeceğimi bile bile çabalıyorum.
elimden bir şey gelmiyor.
yalnızca özür dileyebiliyorum.
peki o zaman.
bırak soğusun parçaların tekrar bitiştiğinde başka bir şey olacaksın.
mütemadiyen dolu bir kafayla, taştan değil ama ağır bir yürekle, gündelik sıkıntıların fizyolojik yansımalarıyla, sana hissettirmediğim ve aslında şikayetçi de olunmayacak bir ton tantana ile yine de seni arıyorum yıllardır. sen bilmezsin ama ben birçok şeyi yonttum, yine sana uydurdum bu aptal kafamla. tüm o aşk mektupları, yirminci yüzyıl icadı elektronik postalar, adını bilmediğim adımı sayıklayanlar tüm sevgiler sana olan sevgimi bütün etti, kırpıp attım fazlalıkları. tüm insan kalabalığını. bulduğumda inkarla, kaybettiğimde yüz yıllık kayıptan doğan ümitsiz birkaç sözle, yine de seni anıyorum. hayatımın hep aynı döneminde, hiç utanmadan yüzümü kızartmadan, yıllardır.
tanrıdan vazgeçtim.ölmekten vazgeçtim.çünkü ölürsem ve yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti.ölmek istemiyorum çünkü tanrıyı da öldürürüm diye korkuyorum.ve böyle bir vefata benden başka kimse dayanamaz.
untitled by bearandvodka on Flickr.
bütün olan bitenler arasında kimseye bir şey anlatamam. defteri kapat kitabı kapat televizyonu kapat pencereyi kapat taşırma gözyaşını ikide bir yatak örtüsüne gözlerini kapat.
beni bekle,mutlaka döneceğim.söyle kim önleyebilir buluşmamızı..
İnsanı delik deşik eden sessizlikler var, geceyi bölen çığlıklardan daha beter. Ve sen o sessizlikte ne demek istediğimi anladın. Çünkü sen de çocukken bir kuş olmak istemiştin. Yakınmadan, ortalığı ayağa kaldırmadan acı çekmeyi öğrenmek hayli zamanını almıştı. Beni anladığında o kadar şefkatle baktın ki, sanki gözlerinle saçlarımı okşadın, gözlerinle ellerimi tuttun ve aynı gözlerle kahvaltına devam edebilirsin dedin.
Allah biliyor ya, boğazımı kessen yine de ölene kadar senin gözlerinin içine bakarım.bana da yazıklar olsun.
söylesene, sen benimle batmayı mı seviyorsun yoksa seninle batıktan çıkmaya çalışmamızı mı?
“Bizim senle hukukumuz var. Avukatımız var. Suçumuz var.
Bizim senle bir ömrü paylaşmaya andımız, bu andı çiğneyip içyüzümüzü ifşa eden ihanetlerimiz, birbirimizi kolayca harcamanın lüksü, bu lükse sığan baş önde boş boş oturuşlarımız var. Konuşamayışlarımız, hiçbir şeyi açıklayamayışlarımız, kaçıp gitmeyi erdem sayışlarımız var.
Umutmuş, bir şans daha vermeklermiş, özürlermiş, lütfen unutlarmış: Zaaf Zaaf! Bunlar evrim zaafı! Ben kin tutmayı aşktan daha yüce bilirim. Aşk acısı silinir, kin mezara kadar! Sadece hümanist olacak kadar düşük değil IQ seviyem!
Bu gece alkolle sabahla; ona de ki: Ben kanıma kırmızı rengi veren kişiyi kaybettim. Bu gece hüzünle sabahla; ona de ki: Ben bedendeki mıknatısın büyüsünü bozdum.
Bu gece iğrenç bir korku filmiyle sabahla; ona de ki: Kabuslarımın orta yerindeki tek güzel mabedin kapısına sıçtım.
Bu gece imla kurallarına uyulmuş edebi bir intihar mektubu ile sabahla; ona de ki: Farkındayım, ölsem, cesedimi gerçekten teşhis edebilecek tek insan odur; ceset de olsam, hainim hâlâ.
Ne mutlu sana! ”
gidersem benimle gel.gidersen beni de götür.lütfen elimi tut ve gidelim burdan.bana portakal soymanı seviyorum,dağınıklığımızı toplamayı seviyorum,seni uyanırken izlemeyi seviyorum.seni seviyorum.
Sevgilim sabahın erkenini seviyor, ben geceyi ve esmerliğini onun, o dorukları sevior, korkuyor bundan ben rüzgarla buluşan tepeyi, tuhaflığı, ona bir yeşil gülümsüyor, ben, hayatı delice sevdiysem nasıl, diyorum, seni de öyle.
Birhan Keskin