Hayatı satranç tahtası gibi kullananların yanında benim bütün kartları açık oynamam.
Bir olaya tepkimi anında koymam. Doğada fizik yok mu; fizikte hangi etkinin tepkisi gecikmeli gelir.
Stratejik davranamamam. Buna diyecek bir şeyim yok; matematik de doğada olan bir şey ve bu bende yok. “Politik ol” diyen arkadaşlarım ya da tiyatroyla ilgilenen arkadaşlarım, bu konuya çalışmam gerekecek.
Açık iletişim ve netlik taraftarıyım.
Babam yanımda olsaydı burada fotoğrafımı çekerdi.
Baktığın değil, daldığın yerdeyim. Cümle arası iç çekişlerin, kafanda taşıdığın sensizliklerinim. Karanlığın sarhoşluk etkisi uyandırdığı vakitlerde, damar yolunu bulmuş bir esinim. Yazılmamış senaryolarının sessizliklerindeyim, sınırları belirsiz gölgelerinin tekinsiz bekçisiyim.
Yadyodaki derslerde kendimi Granny oyununun içerisindeymişim gibi hissediyorum.
“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”
Tolstoy’a atfediliyor…
Bir şehri bizim için değerli kılan sahi yaşanmışlıklarımız mıdır?
Yaşananları heybemize koyup şehrin ruhunu dinlemek mümkün müdür?
Tekrarlayan döngülerim oldu hayatta. Yüz kere algıda seçiyorsun, yüz kere de çağırıyorsun. Bakış açını değiştir, düşünceni gözden geçir. Şans? İstisnaları vardır elbet; %100 dersen tez-makale.
Şehrin insanları şehre perde çekiyor. Şehrin insanları diye ayrıca bir kategori daha açmak hafızayı gereksiz şişiriyor. Sınır çizmişiz yaşam alanı adını verdiğimiz; bu alanın dışında yaşam yokmuşçasına beşeri de bağlamışız bu tanıdık hava sahasına. Bakıvermişsin yaradılışımızdan gelen aidiyet bizi oranın yapmış.
Merhaba ben insan, yalın insan. Ne bir yere aidim, ne de olmaya niyetim var. Aidiyet dedin. Ben de yetinme dedim. Duygularımız çatışıyor bu defa! Kendimle çatışıyorum bir defa, bırakıyorum öylece kucakladıklarımı ve unutuyorum coğrafyamı. Derdime düşüyorum.
Soruyorum: Şimdi, bana nasıl sınırlar çizeceksin? Daha ben ruhumu dizginleyememişken bedenimi bir avuç toprakla nasıl ölçüştüreceksin?
Hepimizde aynı kalabalıklık, aynı kalabalık yalnızlık. Aynı yaşanmışlıklar, aynı coğrafya. Ortak geçmiş. 10 kilometre ötedeki ben, 20 kilometre gerideki ben. Alt komşumuz -yaş 50-, 15 yıl sonraki ben. Bir köprü aradaki. Üstünde belki iki keçi. Biri ben. Biri benden.
İçimdeki ses, milyonlarca. Taşıdığım şu kafa; tutmaya alışkın, susmaya da. Nereye gitsem farklı yüzler benden içeri bana, aynı yaşanmışlıklar hiç şaşırtmayan yana.
Döngüler tekrarlanır, hikayeler anlatılır. Kendinden arındır şehirleri. Şehirler insanların peşinden gitmez.
Eskişehir’de lise yıllarımda Mackbear’a giderdim. Terası olan mekanları çok severim, oranın da terası vardı. Üst kat, insanlardan uzak ama kopuk değil, su boyuna bakıyor.
Şimdi üniversitedeyim ve başka bir şehirdeyim. Gittiğim mekanda teras varsa o mekandaki vadem uzun oluyor ve sadakat programıma geçiş yapıyoruz.
Evet, Mackbear’dan yazıyorum.
Tarih tekerrür eder.